Vagonların Rengi (Düşünce, Duygu ve Davranış İlişkisi Üzerine)
Yoruluruz kimi zaman. Nefesler alıp verirken ve bunu yaşamak sayarken... Bir imdat diyesi, ya da kendinden koşarak kaçası gelir insanın. Peki kurtulabilir mi?
Nasıl kurtulur ki düşünen bir varlık kendinden. Kendisiyle bağlarını koparamadığı gibi bir de düşüncelerinde boğuluverir. Şu şekilde başlar: Bir düşünce yanaşır önce. Sızar içinize sinsice. Birken iki, ikiyken üç olur. Dizilir peşi sıra bir trenin vagonları gibi. Düşünce vagonlarıdır bunlar. Her biri bir düşünce taşır. Ve sıkı sıkıya bağlıdır birbirine, tıpkı vagonları birbirine bağlı bir tren gibi. Gezer durur aynı yolu. Nefes aldırmaz bu yolculuk.
Gezerken trenimiz, elbette ki mola verir duygu duraklarında. İndirir yolcusunu ait olduğu durağa. Gerisi durakla yolcu arasında. Belki yolcu yani düşünce, bulmuşken durağını, verir tepkisini. Durağın adı hangi duyguysa, ona uygun bir tepki... Belki de sessiz kalır, beğenmez durağını. Binmek ister tekrar trene, başka bir durakta inmek üzere.
Neydi başlangıcı bu duyguların? Elbette ki düşünce vagonları. Çünkü düşünce illetidir bizi duyguya sürükleyen. Hani derler ya, nasıl düşünürseniz öyle hissedersiniz. Ne hissederseniz onun tepkisini verirsiniz... Verdiğiniz tepkilere göre de şekillenir hayatınız. Öyleyse... Neyse, buna sonra değineceğim.
Duygu duraklarına uğrayan trenin düşünce vagonlarından usulca iner her düşünce, ait olduğu duygu durağında. Yine de bu durum trenin doluluğundan bir şey götürmez, çünkü duraklarda tekrar binmek isteyen, yolunu şaşırmış yolcular vardır. Ya da yerini beğenmeyen bir dizi yolcu. Bir umut binerler tekrar trene, ait hissettikleri durağı bulana dek... Karanlık bastırır bir yandan, bir iç sıkıntısı gibi insandaki... Bitmek üzeredir bir yolculuk daha. Ertesi gün devam etmek üzere, kaldığı yerden... Sonunda vakit gelir. ''Haydi bakalım, son durak! Garaja çekileceğim!'' der gibidir trenimiz. Bir kasvet çöker yüreklere. Habercisiymiş gibi garajda olacakların...
Nasıl kurtulur ki düşünen bir varlık kendinden. Kendisiyle bağlarını koparamadığı gibi bir de düşüncelerinde boğuluverir. Şu şekilde başlar: Bir düşünce yanaşır önce. Sızar içinize sinsice. Birken iki, ikiyken üç olur. Dizilir peşi sıra bir trenin vagonları gibi. Düşünce vagonlarıdır bunlar. Her biri bir düşünce taşır. Ve sıkı sıkıya bağlıdır birbirine, tıpkı vagonları birbirine bağlı bir tren gibi. Gezer durur aynı yolu. Nefes aldırmaz bu yolculuk.
Gezerken trenimiz, elbette ki mola verir duygu duraklarında. İndirir yolcusunu ait olduğu durağa. Gerisi durakla yolcu arasında. Belki yolcu yani düşünce, bulmuşken durağını, verir tepkisini. Durağın adı hangi duyguysa, ona uygun bir tepki... Belki de sessiz kalır, beğenmez durağını. Binmek ister tekrar trene, başka bir durakta inmek üzere.
Neydi başlangıcı bu duyguların? Elbette ki düşünce vagonları. Çünkü düşünce illetidir bizi duyguya sürükleyen. Hani derler ya, nasıl düşünürseniz öyle hissedersiniz. Ne hissederseniz onun tepkisini verirsiniz... Verdiğiniz tepkilere göre de şekillenir hayatınız. Öyleyse... Neyse, buna sonra değineceğim.
Duygu duraklarına uğrayan trenin düşünce vagonlarından usulca iner her düşünce, ait olduğu duygu durağında. Yine de bu durum trenin doluluğundan bir şey götürmez, çünkü duraklarda tekrar binmek isteyen, yolunu şaşırmış yolcular vardır. Ya da yerini beğenmeyen bir dizi yolcu. Bir umut binerler tekrar trene, ait hissettikleri durağı bulana dek... Karanlık bastırır bir yandan, bir iç sıkıntısı gibi insandaki... Bitmek üzeredir bir yolculuk daha. Ertesi gün devam etmek üzere, kaldığı yerden... Sonunda vakit gelir. ''Haydi bakalım, son durak! Garaja çekileceğim!'' der gibidir trenimiz. Bir kasvet çöker yüreklere. Habercisiymiş gibi garajda olacakların...
Garajda yenilenir aracımız. Yenilenmek zorundadır, bu süreç sancılı geçecek olsa da. Taşıdığı vagonlardan, uğradığı duraklardan yorulan trenimiz öyle bir ses çıkarır ki yenilenmek adına, tıpkı kırgın kişinin ağlaması ya da karşısındakine bağırması gibi, yakar yıkar ortalığı. Kıyamet koptu sanırlar. Ne yazık ki kaçış yoktur bundan. Çünkü elbet bitecektir günün sonunda bu yolculuk. Bu şekilde bitmesini kimse istemese de...
Peki nasıl koptu bu kıyamet? Doğru, o sinsi düşüncelerdi her şeyin başı. Peki ya farklı olsaydı o fikirler ta en başından? İyi olsaydı mesela, ya da peki tamam, en azından baştaki kadar kötümser olmasaydı? Önce trenin rengi değişecekti, siyahtan beyaza. Evet siyahtı vagonlar. En başından beri hem de... Sonra durakların adı değişirdi, öfkeden sakinliğe mesela! Garaja yaklaşırken de hava kararmazdı, aksine, güneş doğardı tüm parlaklığıyla. Belki de hiç batmamak üzere. Güneş batmamışsa henüz, o korkunç ses duyulmayacak demektir bir süre daha.
Demiştik ya ''Öyleyse...''. Öyleyse yaşadığımız hayatı biz şekillendiriyoruz değil mi? O halde imdat diye haykırmak, koşmak, kaçmak kurtarır mı bizi? Biz suçu düşüncelere atıp, onları sinsi diye adlandırarak, toplarsak yalnızca siyah vagonları, ve seçersek durmak için yalnızca sevimsiz durakları, duyulan ses ürkütmekten başka bir işe yarar mı şu ''zavallı'' bedenleri... Belki de, kurtulur muyuz diye sormadan önce, ama çok daha önce, hangi rengi seçeyim diye düşünmeli treni oluşturmak için. Sonrası kolay. Duraklar değişir, yolculuk değişir. Döndüğünüz garaj ise artık yalnızca huzur dolu bir sığınaktır derin uykular için...
Yorumlar
Yorum Gönder